[ Kurdî   English   Francais                                 PROLETER DEVRİMCİLER KOORDİNASYONU (PDK)  09-09-2024 ]
{ komunistdunya.org }
   Açılış_sayfanız_yapın  Sık_Kıllanılanlara_Ekle

 Site Menü
   Ana Sayfa
   Devrimci Bülten
   Yazılar / Broşürler
   Açıklamalar
   Komünist Hareketten
   İlerici / Devrimci       Basından
   Kitap - Broşür PDF
   Sanat
   Görüşler

 Arşiv - Ara
   Arşiv
   Sitede Ara

 İletişim
   Bağlantılar
   Önerileriniz

_ _
{ }


_ _
{ Son Yazılar }
Devrimci ve Demokrat...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Say...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
EMPERYALİZM VE TÜRKİ...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
_ _
{  Devrimci Bülten Sayı 75 (2) }
| Devrimci Bülten

AKP’NİN DENGE SİYASETİNİN SONUNA MI DOĞRU? 


Kemal Erdem


Tek konjonktürel değil ama tarihsel bağlamda da çok önemli gelişmeler yaşanmaktadır ve bu gelişmelerin doğru bir şekilde belirli bir tarihsel bağlam içerisine yerleştirilmesi ve de analiz edilmesi büyük önem arz etmektedir. Bütün teorik göstergeler, tarihte yaşanmış olan bir çok önemli tarihsel dönemeçlere benzer bir tarihsel dönemecin eşiğinde bulunduğumuzu göstermektedir. 


O halde bu dönem ne ile karakterizedir? 


Bu dönem, Ortadoğu bağlamında gelişen emperyalist paylaşım savaşının daha da derinleşeceği ve sertleşeceği ve de bu temelde yeni bir ittifak ya da ittifaklar yapısının ortaya çıkacağıyla karakterizedir. İçine girmekte olduğumuz konjonktürün tarihsel sonuçlarına kadar gitmesiyle, orta ve uzun dönemde başka bir dünyanın ortaya çıkması büyük bir olasılıktır.


Giderek Trump ABD’si, İsrail, Körfez Monarşileri ve AKP Türkiyesi’nin oluşturduğu bir ittifak yapısının ortaya çıkmaya başladığı ya da en azından olayların bu yönde ilerlediği görülmektedir. Bu ittifakın sivri ucu, İran ve Suriye rejimlerinin yıkılmalarına yönelmiş, bununla birlikte AB’nin zayıflatılmasını ve Rusya ile Çin’in de sıkıştırılmasını ya da kuşatılmasını öngörmektedir. En azından bu stratejik vizyon yeni ABD yönetiminindir ve bu yeni vizyona başta Türkiye olmak üzere, Körfez Monarşilerini de ortak etmek istemektedir. ABD’nin tek taraflı yaklaşımının ürünü olan bu yeni stratejik vizyon, geçmiş ittifak sistemlerinin köklü bir dönüşümü riskini de içinde barındırmaktadır. 


Bu noktaya nasıl gelinmiştir? 


Aslında şu anda yaşanılan gelişmelerin altında yatan temel neden, küreselleşme ve  bunun tarihsel sonuçlarıdır. Bu genel tarihsel çerçevedir. Bir de bunun yanında ya da tarihsel çerçevenin içerisinde ve ona göre daha küçük ölçekte yaşanan konjonktürel gelişmeler bulunmaktadır ki, genel tarihsel çerçevenin baskısı altında ortaya çıkan rastlantısal gelişmelerdir. Rastlantısalın, tarihsel olandan ayırımı, mutlak olmaması (göreli) ve farklı biçimler içerisinde gelişme olasılığının da olmasında yatar. Eğer bir rastlantısal biçim varolmuşsa, bu diğer rastlantısal biçimlerin varolma olanaklarının ortadan kalkmış olması anlamına gelir. Hiç kuşkusuz bu da bir çok olayın  bileşkesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Tarihsel olan ise mutlak ve değişmez olandır ve bütün rastlantısal olaylar zincirinin ve akışının onun “organik bütünlüğü” ile belirli bir doğrultuda ilişki kurması ya da kurmak zorunda olması anlamına gelir.


Bu ilkeler ışığında, genel tarihsel çerçeveden konjonktürel çerçeveye ve oradan da anlık gelişmelerin karmaşık döngüsüne inerek, bundan sonraki olaylar zinciri ve akışının genel yönünü anlamaya çalışarak, AKP fenomenini doğru tarihsel bağlamına yerleştirmeye çalışalım.


Küreselleşme tarihsel gelişiminin belirli bir anında karşıtına dönerek, Transatlantik ittifak sisteminde büyük bir tarihsel kırılmaya neden oldu. Aslında bu durum, potansiyel olarak küreselleşme fenomeninin içerisinde bulunuyordu ama ne zaman ortaya çıkacağı yani kuvveden fiile çıkacağı bilinmiyordu. 


Emperyalist ülkelerden dışarıya sermaye ihracının, bir gün emperyalist ülkelerin iç yapılarında önemli sorunlara yol açacağı, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde önceden varsayılmış olan bir durumdur.Örneğin kar oranlarının düşme eğilimi yasası budur. Bir toplumda karın kaynağı ücretli emektir ve ücretli emeğin sermayenin küreselleşmesiyle sürekli olarak bir toplumda düşmesi, bir toplumda genel kar oranının düşmesi üzerinde etkide bulunur. Her ne kadar faaliyetini başka ülkeye kaydıran şirketin karında bir yükselme olsa da, bu toplum için farklı sonuçlar üretir. Bu fenomen, sanayileşmenin ilk gelişme döneminde tarımın çözülmesi sonucunda ortaya çıkan artı-nüfus fazlasına benzemektedir. Tarımsal nüfusun çözülmesi, bütün sanayi tarafından emilememiştir ve bunun sonucunda ciddi sosyal bunalımlar ortaya çıkmıştır. Aynı durum bugün küreselleşme fenomeninde de görülmektedir. Emperyalist toplumlar küreselleşme temelinde yeniden şekillenirken, sermaye ihracı sonucunda ortaya çıkan işsizler ordusu, şirketlerin dış ülkelerdeki gelişmeleriyle aynı ölçüde yeni iş alanlarına ve sektörlere geçememektedir. Bu dekalaj yani fark sürekli büyümektedir ve emperyalist toplumları baskı altına almaktadır.


Küreselleşme uluslararası sistemde iki farklı sonuca neden olmuştur: Emperyalist ülkelerde orta sınıfların yıkımına neden olurken, sermaye ihracının yaşandığı yerlerde (örneğin Çin ve benzeri ülkelerde) orta sınıfların gelişimine ve refah düzeylerinin yükselmelerine neden olmaktadır ve bu çelişki giderek uzlaşmaz bir hal almaktadır.


İşte ABD’de Trump olgusu, bu küreselleşme fenomeninin emperyalist bir ülkede yaratmış olduğu olumsuz tahribatın sonucudur. Küreselleşmeden zarar gören orta sınıflar ve yine emekçi kesimlerin önemli bir kısmı, faşist bir popülistin arkasına takılarak ve küreselleşmeye set çekmek isteyerek ve de bunu da korumacılığa dönerek yapmak istemektedirler. Ancak burada , faşist kliğin orta sınıflar ve ezilen kesimler içerisindeki huzursuzluğu istismar etmesi gözden kaçmamalıdır. Emekçi kesimler bir alternatifsizlikten dolayı bu faşist popülizmin arkasına takılmışlardır.


Transatlantik ittifak sistemi, İkinci Dünya Savaşı’dan sonra, küreselleşme zemininde şekillenen ve güçlenen bir sistemdi. AET, NATO ve daha sonra AB, hepsi bu küreselleşme temelinde ortaya çıkmaktaydı. Şimdi bu sistemin, üstelik de ABD gibi zamanında küreselleşmenin liderliğini yapan merkezi bir ülkede stratejik darbe yemesi, kaçınılmaz olarak Transatlantik ittifak sisteminin parçalanmasına ya da zayıflamasına yol açacaktır. Trump kendisi açısından mantıklı davranmaktadır. Küreselleşme ve sonuçlarına, bizzat küreselleşme döneminin kurum ve ittifak yapısıyla karşı duramaz ve de bundan dolayı eski ilişki sistemlerini de zayıflatmaya çalışmaktadır.


ABD toplumundaki bu tarihsel kırılma, bazı konjonktürel olaylar ve gelişmelerle birleşmiştir

  1. 1- Barack Obama döneminde ortaya konan stratejik vizyon başarısızlığa uğramıştır. Bu başarısızlığın en büyük nedeni, bazı olay ve olguların Obama yönetimi tarafından yanlış okunmasıdır. Örneğin AKP ve Müslüman Kardeşler Hareketi gibi. Bunun sonucunda ABD’nin Körfez Monarşileri ve AKP’den stratejik ayrışması ortaya çıkmıştır.


  1. 2- AKP Türkiye’yi Batı’dan stratejik olarak uzaklaştıran ve Doğu emperyalistlerine taktik olarak yaklaşan ve bu temelde Stratejik Denge Konumu temelinde geniş bir manevra alanı elde ederek, ABD ile Rusya arasındaki çelişkiler üzerinde derinleştirici etkide bulunmuş ve de her iki tarafı daha fazla taviz vermeye zorlamıştır. AKP’nin bu denge politikası, yeni rejimin içeride sağlamlaşmasına da yol açarak, Batı’da onun erken yıkılma ihtimalini yok etmiştir.Bu politika yeni ABD yönetiminin tercihlerinde önemli bir yere sahiptir.


  1. 3- PKK bölge ve dünya olaylarını yanlış okuyarak, stratejik bir darbe yemenin eşiğine gelmiş ve bu durum AKP’nin ayakta kalmasına ve yeni rejimini az çok oturtmasına neden olmuştur.


  1. 4- AKP’nin yeni faşist rejimini oturtması ve Suriye’de denge politikası temelinde nüfuz bölgeleri oluşturması, AB üzerinde önemli kozlar elde etmesine neden olmuştur. Suriye’de elde etmiş olduğu “büyük cihatçı terörist portföyü” ve “mülteci ihracı tehditi”, Avrupa karşısında tek önemli direnme araçları olmayıp, bu araçlar üzerinden AB’nin politik dengesini bozma olanağını da ona vermiştir. AKP dolaylı olarak Avrupa’daki Neo-faşistlerin güçlenmelerine yol açan politikalar uygulamaktadır. Brexit bizzat bu politikanın sonucudur.


  1. 5- Rusya ve İran, Suriye’de yeni bir politikanın kapısını aralayarak ve bu temelde Suriye’de Türkiye’ye tavizler vererek, onu ABD ve müttefiklerinden ayırma politikası izlemişlerdir. Yeni ABD yönetimi ise , Rusya ve İran’ın açmış olduğu bu pazarlık politikasını en üst düzeye taşıyarak, Ortadoğu ve dünya politikasını kökünden değiştirecek bir politikayı devreye sokmuştur.


Yeni ABD yönetimi, küreselleşme ideolojisiyle  kopuştuğu için, ittifaklarını eski ABD yönetimlerinden farklı bir şekilde örmektedir. Eski ABD yönetimleri, küreselleşme aracılığıyla ABD hegemonyasını yaymaya çalışırken, yeni ABD yönetimi korumacılık ve “ulusalcılık” üzerinden bunu yapmaya çalışmaktadır. Bu yeni bakış açısı, ABD çıkarlarına uyduğu ve hizmet ettiği ölçüde, her türlü otoriter ve faşist rejimlerin koşulsuz desteklenmesini içermektedir. Yine bu yeni bakış açısına göre, AB’nin politik ve ekonomik entegrasyonunun kompakt bir şekilde ilerlemesi de ABD çıkarlarına uygun değildir. NATO şemsiyesi altında, parçalanmış, zayıf ve dağınık bir Avrupa en uygun olanıdır. Bu anlayış ABD’nin,  Avrupa’nın Neo-faşist hareketleri ve iktidarlarıyla ikili ilişkiler geliştirebilmesine olanak sağlayacaktır. Soğuk Savaş döneminde, faşist İspanya ve Portekiz rejimleriyle olduğu gibi.


İşte yeni ABD yönetimindeki bu anti-küreselleşmeci ve faşist anlayış, Ortadoğu jeopolitiğine de farklı yaklaşma olanağına da kapı aralamaktadır. Madem AB’nin zayıflaması yeni ABD yönetiminin hedefleri arasındadır, Türkiye’nin AB üyesi olmasına  ve temelde  burjuva-demokratik dönüşümüne de gerek yoktur. Çünkü ABD genel olarak Avrupa ile olan ilişkilerini farklı bir temele oturtmak istemektedir ve çok parçalı bir Avrupa oluşturarak, NATO şemsiyesi ya da farklı bir güvenlik filesi etrafında (bu çok parçalı da olabilir) , Avrupa’yı kendi nüfuzu altına almak istemektedir. Bu yeni bakış açısı, Türkiye’ye yaklaşımı da kökünden değiştirmektedir.


Yeni ABD yönetimi açısından, Türkiye’nin demokratik reformlar yaparak ve bu temelde AB ile bütünleşip, Ortadoğu’da başta İran olmak üzere statükoyu koruması politikasından vazgeçirilmesi, geçen zaman zarfında görülmüştür ki, artık mümkün değildir. Çünkü AKP yeni bir faşist rejim inşasına yönelmiş ve üstelik Türkiye’yi iki güçlü emperyalist kampın ortasına Stratejik Denge Konumu temelinde yerleştirmiştir. Bu durum, onun AB ile yakınlaşmasına engel teşkil ettiği gibi, AKP’nin ideolojik ve politik karakterine de terstir.


Yeni ABD yönetimi, Türkiye’yi İran’ın kuşatılması ve rejimin yıkılması stratejisine angaje etmek için yeni bir politik yol bulmuştur ve bu yeni yol anti-küreselleşmeci ideolojik yaklaşımın sonucunda ortaya çıkmıştır. Yeni ABD yönetimi, İran’ın kuşatılması stratejisinde, İsrail, Körfez Monarşileri ve Türkiye’nin birlikteliğinden oluşan bir ittifak yapısı geliştirmek istemektedir. Bu noktada İsrail ve Körfez Monarşileriyle ittifakta fazla bir sorun yoktur ancak Türkiye ile aranan ittifak ilişkisinde büyük sorunlar mevcuttur. Çünkü Türkiye stratejik denge konumu temelinde, Rusya ve İran ile önemli bir işbirliğine sahiptir ve bu işbirliği, ekonomiden (petrol, gaz ve nükleer santraller inşası), askeri (S-400 savunma sistemleri gibi) ve  politik (Suriye’de güvenli bölgeler oluşturmak gibi) alanlara kadar uzanan geniş bir yelpazeye sahiptir. Türkiye Doğu’lu güçlerle bu işbirliğini, ancak bu işbirliğini devasa boyutlarda aşan bir işbirliği çerçevesinde bırakabilir. Türkiye’ye taviz politikasının kapısını, Türkiye’yi Suriye’ye çekerek bizzat Rusya ve İran aralamıştır. İşte yeni ABD yönetimi, bu sürekli el yükseltme politikasını daha da yükseğe taşımıştır.


Eski ABD yönetimlerinden farklı olarak yeni ABD yönetimi, Türkiye’ye şöyle bir ittifak çerçevesi önermektedir: 

  1. 1- AB’ye üyelik için demokratik reformlar yapmana gerek yoktur. İçeride Panislamist-Pantürkist bir rejim için ellerin serbesttir. Avrupa’dan gelecek baskıları da ABD olarak göğüslemeye hazırım.
  2. 2- PKK’nin Kandil’de ezilmesine tam destek vereceğim.
  3. 3- Rojava’nın yarısını işgal edebilirsin ama PYD ile YPG’ye dokunmayacaksın. Çünkü bu güçler İran rejiminin yıkılmasında PJAK olarak kullanılacak güçlerdir. Yine gelecekte Suriye rejiminin devrilmesinde de. Ama bu güçler Türkiye’ye tehdit oluşturmayacaklar.
  4. 4- Musul ve Kerkük petrollerine dolaylı olarak, Irak Sünnileri aracılığıyla el koyabilirsin. 
  5. 5- ABD’nin ve Körfez Monarşilerinin güdümündeki bütün cihatçı teröristler, Türkiye’nin güdümündeki teröristlerle ortak bir cephede bir araya getirilerek, Ortadoğu’da İran ve Suriye rejimlerinin yıkılmalarında kullanılacaklar
  6. 6- Suriye rejiminin yıkılması, İran rejiminin yıkılmasına bağlıdır.
  7. 7- İran ve Suriye rejimleri yıkıldıktan sonra, bölge ABD liderliğinde, Türkiye, İsrail ve Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez Monarşileri arasında bölüşülecektir.
  8. 8- Bu politikaya İngiltere ve Almanya ortak edilecek ve Fransa karşı durduğu müddetçe de tecrit edilecektir.


Yeni ABD yönetimi, Rusya ve İran’ın Türkiye’ye Suriye’de ortak güvenli bölgeler oluşturma taviz politikasına, Türkiye’ye bütün bölgeyi ortak paylaşma önerisiyle karşılık vermektedir. Böyle bir anlaşmanın yapıldığından kuşku yoktur ve bu noktada bir çok emare bulunmaktadır: 

1-Devlet Bahçeli ve MHP’nin AKP’yi koşulsuz desteklemesi.

2-Erdoğan’ın son dönemlerde Lozan Anlaşması’nı tartışmaya açması ve Lozan’da alınanın asgari olduğunu belirtmesi, ki azamisi Musul ve Kerkük bölgelerini içine alan ilk Misak-ı Milli sınırlarıdır.

3-ABD’nin PKK’nin  üç önemli  liderini (Cemil Bayık, Murat Karayılan ve Duran Kalkan) tasfiye edebileceğini açıklaması.

4-Barış Pınarı Harekatı ile Rojava’nın yarısının Türkiye’ye bırakılması.

5-IŞİD’cilerin Türkiye bırakılması ve Barış Pınarı Harekatı ile açılan güvenli bölgenin bütün cihatçılar için bir toplanma alanına çevrilmesi.

6-El Bagdadi’nin öldürülmesi ya da yok edilerek yeni işbirliğinin önünün açılması.


ABD yönetimi açısından buradaki temel sorun, Erdoğan ve AKP’nin bu işbirliğine taktik mi yoksa stratejik mi yaklaştığını bilememesidir. Bundan dolayı da Erdoğan karşısında işi sıkı tutmaktadır.Bu nokta çok önemli olup, biraz daha ayrıntılı analiz edilmesi gerekmektedir. 


Erdoğan hükümete ve iktidara geldiğinden itibaren, ABD Başkanları karşısında hep doğru bir tutum belirledi. Bu tutumun özü dolaylı stratejik tutum olup, taktikleri de bu stratejiye özgü olmuştur. Buna göre ABD yönetimlerini direk karşısına almadan, dolaylı bir şekilde onların stratejilerini baltalamak şeklinde olmuştur. Erdoğan ABD yönetimlerine hep sözler vermiş ama verdiği sözleri farklı ve dolaylı yollardan uyguladığı politikalarla yok etmiştir ve bu temelde zaman kazanarak kendi iktidar yolu üzerindeki engelleri teker teker temizlemiştir. Kısaca bu noktada Erdoğan’ın yaptıklarını özetlersek: 

  1. 1- G. W. Bush dönemi: 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesi. Bir çok kişi 1 Mart Tezkeresi’nin Deniz Baykal tarafından reddedildiğini sanmaktadır. Ama bu doğru değildir. AKP’nin ABD ile Irak savaşında beraber hareket etmesinde çıkarı yoktu. Ama yeni hükümete geldiği için, ona Hayır deme olanağına da sahip değildi. Erdoğan 1 Mart Tezkeresi’nde ABD’ye şeytanca bir plan uyguladı. Tezkere’yi geçirmeyecek ama sorumluluğunu da başkalarının ama özellikle de bastırmak istediği Ordu’nun üzerine atacaktı. Deniz Baykal ile yapmış olduğu ve bir şehir efsanesine dönüşen görüşmede Erdoğan , bu tezkere Meclis’te onaylanırken CHP’nin tam olarak nasıl oy vereceğini öğrenmek istiyordu ki, bu bilgiyi en doğru şekilde Baykal verebilirdi. Bu görüşmede CHP’nin blok olarak tezkere karşısında oy vereceğini anlayan Erdoğan (ki CHP’nin oyları reddetmeye yetmemekteydi), dönemin Meclis Başkanı Bülent Arınç’ı görevlendirerek, tezkerenin geçmemesi için gerekli oyun (ki otuz kadardı) AKP içerisinde sağlanmasını ve garanti edilmesini organize etti. Böylece dolaylı bir şekilde ABD’nin politikasını baltaladı ve dönüp ABD’ye “Benim partim ezici olarak Evet oyu verdi, ama benim parti içindeki Ordu’cu kesimler ve CHP beraber hareket ederek tezkereyi reddetti” açıklaması yaptı. Erdoğan bu taktikle hem ABD’nin politikasını baltalamış hem de bu baltalamanın sorumluluğunu Ordu ve ulusalcıların üzerine atmayı başarmıştır.


2004-2005 yıllarında AKP hükümetinden umudunu kesmeye başlayan G.W. Bush hükümeti, giderek Ordu’ya ve ulusalcılara yaklaşmaya başlamış ve tam bu dönemde de Bill Clinton döneminde ABD’ye getirilen Fethullah Gülen’e oturum vermeyi reddederek ABD’den ayrılması baskısını yoğunlaştırmıştır. Amaç 2007 yılındaki Genel Seçimler’e giderken Ordu aracılığıyla AKP karşıtı güçler ile ittifak kurup ve AKP’yi bu seçimlerde hükümetten indirip, ABD ile işbirliği yapacak yeni bir hükümet kurmaktı. AKP-Gülen Cemaati İttifakı, ABD’nin bu politikasına 2005 yılında Ergenekon Komplosu’nu devreye sokarak karşılık verdi ve giderek Ordu üzerinde büyük bir baskı kurdu. 2007 ekonomik krizi ABD’yi felç edince ve Barack Obama’nın daha bir yıl önce seçileceği belli olunca, G.W.Bush ile bilek güreşini Erdoğan kazandı.


  1. 2- B. Obama dönemi: Obama’nın seçileceğinin ve Bill Clinton döneminin politikalarını devam ettireceği belli olunca, Erdoğan rahat nefes aldı ama yine de içeride iktidarı daha kırılgan ve sağlam değildi. ABD ve AB’nin içerideki muhaliflere yaklaşmasının önlenmesi hayati önemdeydi ve bunun için oyalanmaları gerekmektedeydi ve kaldı ki Gülen Cemaati ile ittifak sonlanmaya doğru gidiyordu. Erdoğan zaman kazanmak için, PKK ile açılım politikasını (ki uzun zamandan beri ABD isteğiydi) devreye soktu. Amaç bir çok seçim sürecini kazasız-belasız atlatarak ve rejimi kökleştirerek yıkılamaz bir hale gelmekti. Bir yandan PKK ile açılım yapılırken, diğer taraftan da şiddetli savaşa dönüş için taktikler geliştiriyordu. 


Yine Obama döneminde Erdoğan İran’a karşı uygulanılan ambargoya görünürde katılırken, arka planda Rıza Sarraf gibileriyle de bu politikayı baltalıyordu.


ABD ve NATO ile Suriye’deki muhalifleri eğitmek için oluşturulan “Eğit-Donat Programı”na katılan Türkiye, daha sonra bu programın içini, eğitilenleri El Nusra’ya ispiyonlayarak tamamen boşaltmış ve ABD’yi boşa düşürmüştür. Erdoğan Obama’yı da eli boş göndermiştir.


İşte yeni ABD yönetimi, Erdoğan’ın bu onbeş-onaltı yıllık ABD karnesini çok iyi biliyor ve dolaylı stratejik tutum temelinde Erdoğan’ın ABD’ye yeni bölgesel strateji temelinde Evet diyeceği, ama başka yollarla da bunu baltalayacağı kaygısını taşımaktadır. İşte tam da bu noktada temel bir soyutlama yaparak, analizimize devam edelim: Yeni ABD yönetimi, Erdoğan ve AKP’ye verdiği ya da vermek istediği tavizlerle, onun Stratejik Denge Konumu’nu yok ederek, tamamen ABD’ye bağlamak istemektedir; ancak Erdoğan ve AKP ise, sıkı sıkıya bu Stratejik Denge Konumu’nu koruyarak ve ABD’nin stratejisine tam angaje olmadan alabileceğinin azamisini elde ederek, Trump’ı geçmişte G.W.Bush ve Obama’yı boşa düşürdüğü gibi boşa düşürmek istemektedir. Yani Erdoğan bu ilişkiye taktik yaklaşmaktadır.


Erdoğan Türkiye’nin şu an elde etmiş olduğu Stratejik Denge Konumu’nu hemen terkedecek kadar ne amatör ne de bilgisizdir. Bunun tarihsel sonuçlarının ne olacağını çok iyi bilmektedir.


Peki Erdoğan Trump ile ilişkisinde neye güvenmektedir? 


Aslında bunun cevabı herkesin gözünün önünde bulunmaktadır: Erdoğan ABD iç siyasetindeki politik bölünmeden güç almaktadır ve bu bölünme ise Demokrat ve Cumhuriyetçi Parti arasındaki ideolojik ve politik ayrılıktan kaynaklanmaktadır. Erdoğan bütün seçimleri kazanırken, karşısındaki ABD Başkanları sürekli değişmekte ve bu değişim ise “sil-baştan”a neden olmaktadır. Erdoğan’ın bu sefer üzerine oynadığı temel olgu, Trump’ın ikinci defa seçilememesi ya da azil edilmesidir. Eğer böyle bir durum olursa, Erdoğan bundan karlı çıkmış olacaktır. Çünkü Stratejik Denge Konumu devam etmiş olacak, Trump ile başlatılan süreçten dolayı Rojava’nın yarısı alınmış ve hareket alanı genişlemiş olup ama Trump’ın İran’ı yıkma stratejisine de angaje olmamış olacaktır.


Peki ya tarih farklı bir şekilde gelişirse? Yani Trump ikinci defa Başkan seçilirse ve azil süreci olmaz ise Erdoğan ne yapacak? Şimdi de kısaca bu noktayı analiz etmeye çalışalım. Ama bu sorunu ele almadan önce bu sorun ile yakından bağlantılı olan bir başka sorunu alıp, o sorun üzerinden bu sorunu çözmeye çalışalım.


Erdoğan’ın en zayıf noktası Devlet Bahçeli ve MHP ile yaptığı ittifaktır. Erdoğan iç politikada zayıfladığı için MHP’ye yanaşmış ve daha sonra da bu ittifaka bağımlı hale gelmiştir. Normal koşullarda bu ittifakın kendisine bir zararı yoktur ancak ABD yönetimindeki gelişmeler ile bu ittifak ilişkisi birleşince, işin rengi değişecektir. 


Yeni ABD yönetiminin yani Trump’ın Erdoğan’a sunmuş olduğu bölgesel stratejiyi  en çok Devlet Bahçeli ve MHP istemektedir. Çünkü bu kurulduğundan beri MHP’nin temel vizyonunu yansıtmaktadır. Yani Devlet Bahçeli ve MHP, Trump’ın stratejik ittifak önerisine stratejik yaklaşmaktadır ama Erdoğan taktik yaklaşmaktadır. İşte bütün sorun da burada başlamaktadır.Erdoğan görünürde Trump’ın stratejisini kabul ederken, MHP’yi de kendisine bağlamaktadır. Çünkü MHP ile işbirliği, ABD ile böyle bir strateji üzerinde uzlaşıldığı üzerinden gitmektedir. Eğer Erdoğan Trump ile böyle bir işbirliğinden kaçınırsa, MHP kendisini terkedecektir. Bundan dolayı umudu ABD seçimlerinde Trump’ın kaybetmesi ve bu temelde zaman kazanmadır


Ama yok eğer Trump ikinci defa seçilirse, işte o zaman Erdoğan’ın hiçbir kaçacak yeri kalmayacaktır. Trump yönetimi MHP ile ilişkileri geliştirecek, AKP’yi bölmeye çalışacak, ekonomik kriz tehditi ve yine başka tehditleri de devreye sokarak Erdoğan’ı zayıflatmaya çalışacaktır. Özellikle Gülen Cemaati, MHP içerisinde tekrar canlanacak ve bizzat Gülen Cemaati’ni MHP içerisine şırınga edecek olan ABD olacaktır. Bir çok yönden Erdoğan’ın kıskaç altına alınması, onun istemediği halde ABD ile bölgesel bir stratejik işbirliğine sürüklenmesine neden olacaktır. Çünkü içerideki iktidarını sürdürmesi, bu dış desteğin sürmesine bağlı olacaktır.


Devlet Bahçeli ve MHP, ideolojik ve politik olarak dar bir ufka sahiptirler. Aynı şeyi Erdoğan ve AKP için söylemek mümkün değildir. Ancak olayların baskısı ve bir çok olgunun kontrol edilmesinin zorluğu, ABD ile taktik olarak başlatılan ilişkinin, stratejik bir mecraya sürüklenmesine neden olabilir. Erdoğan’ın bir çok olayın baskısı altında, ABD ile stratejik bir ittifaka sürüklenerek, Stratejik Denge Konumu’nu terketmesi, işte onun iktidarının sonunun başlangıcı olacaktır.


Yok eğer ABD’de Demokrat Parti’li bir başkan seçilirse, o zaman Erdoğan biraz daha derin nefes alabilecektir. Çünkü ABD , tekrar AB ile ilişkileri farklı bir düzeye taşıyabilir, bunun Erdoğan iktidarı üzerindeki dolaylı sonuçları da MHP’den kurtulma olur. Çünkü bu değişim, Erdoğan’ın daha da liberal bir görünüm elde etmesi zorunluluğuna yol açacak ve bunu da muhalif çevrelerde (örneğin İYİ Parti, A. Davutoğlu ve Ali Babacan’ın yeni kurulacak partileri gibi) elde etmeye çalışacaktır. İç ve dış dinamiklerin bu karşılıklı etkileşimi, dikkatli bir şekilde okunmalıdır.


Erdoğan gelecek Başkanlık seçimlerini garanti altına almak için, şimdiden hazırlıklara başlamış durumdadır. Cem Uzan’ın Türkiye’ye davet edilerek ve parti kurdurularak muhalefetin oylarını aşağıya çekmesi taktiği bunun bir parçasıdır. Daha önce Genç Parti döneminde de bu yapıldı.


Biz yine konumuza dönersek eğer, AKP’nin denge siyasetini sonlandıracak unsurlar dünya siyasetinde giderek çoğalmaktadır. ABD iç politikasındaki tarihsel kırılma geri döndürülemez bir yapıya sahip olup, er ya da geç dünya siyasetini ama özellikle de Türk iç siyasetini baskı altına alacaktır. Erdoğan ve AKP’nin ABD ile yapacağı böyle bir işbirliği aynı zamanda yeni çağın Dünya Savaşı’nın da fitilini çekmiş olacaktır. 


Böyle bir olası stratejik ittifakın (ABD, İsrail, Türkiye, Körfez Monarşileri’nden oluşan), Avrupa üzerinde oldukça yıkıcı ve olumsuz sonuçları olacaktır. Bu ittifak belirli bir ağırlık merkezi oluşturarak, Ortadoğu’daki çıkarlarının korunması temelinde İngiltere’yi Avrupa’dan uzaklaştıracak, NATO aracılığıyla da Almanya Orta ve Doğu Avrupa’daki çıkarlarının korunması temelinde bu ittifaka dolaylı olarak yedeklenecektir. Bu durum AB’nin iki motor gücü olan Fransa-Almanya ittifakını zayıflatacak ve Fransa stratejik bir darbe yemiş olacaktır. Zaten amaç da bağımsız bir Avrupa Birliği ve ordusu oluşturmak isteyen Fransa’yı Soğuk Savaş dönemindeki gibi tecrit etmektir. Fransa böyle bir olası stratejik ittifaktan yiyeceği darbe sonucunda, geleneksel Rusya ile ABD arkasındaki denge politikasına yönelecek ama bu politika Fransız faşistlerinin iktidarın kapılarına dayanmalarından dolayı başarısız olacaktır. Hatta Trump’ın bu İttifakı gerçekleşirse, Fransa’da faşistler iktidara dahi gelerek, bu ittifakın yanında yeralabilirler. Bu noktada Fransa Birinci Dünya Savaşı’ndaki İtalya’nın durumuna gittikçe benzemektedir.Ama bütün bunların genel olarak Avrupa üzerindeki etkisi, faşistlerin giderek tecritten çıkmaları ve artık kontrol edilememeleri olacaktır. Bunun ise giderek Avrupa’nın Ortadoğu’laşması olacağı kendiliğinden anlaşılır.


Birinci Dünya Savaşı dönemiyle bir benzerlik kurarsak eğer, 1991 yılındaki Birinci Körfez Savaşı’ndan gelecek ABD, İsrail, Türkiye ve Körfez ülkelerinin stratejik ittifakının gerçeklikte ortaya çıktığı ve İran rejiminin devrilmesi politikasının kuvveden fiile geçtiği dönemi, kısaca “Ortadoğu’nun Balkan Savaşları” dönemi olarak adlandırmak mümkündür. Bunun da anlamı şudur: son otuz yılda yaşadıklarımız, bundan kısa bir süre sonra yaşayacağımız yıkıcı savaşın yanında sadece devede kulak kalacaktır


Yeni çağın yeni dünya savaşının hemen eşiğinde bulunuyoruz! 





|
_ _