ABD’NİN SURİYE’DEN ÇEKİLİŞİ VE İRAN’IN MENZİLE GİRİŞİ K.Erdem
ABD’nin Suriye’den çekilişini, İran’ın etrafındaki çemberin ABD ve müttefikleri tarafından daraltılması ve de İran üzerine politik ve askeri çabaların yoğunlaştırılması olarak okumak mümkündür. Zaten Trump’ın ABD’nin Suriye’den çekilişini deklare ettiği sıralarda, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin apar topar Türkiye’yi ziyaret etmesi de boşuna değildi.
Aslında Trump’ın Ortadoğu politikası daha ABD’de Başkanlık seçimleri sırasında şekillenmişti. Henry Kissinger’i kendisine danışman olarak tutan Trump, onun görüşleri temelinde bir dış politika söylemi geliştiriyordu ve bu söylem özünde Cumhuriyetçi Parti’nin dış politika vizyonunu yansıtıyordu. Olayları anlayabilmek için, Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Parti’nin, küresel ve bölgesel sorunlara nasıl yaklaştığına kısaca bakmak gerekmektedir.
Bugün bir çok kesimde kafa karışıklığı yaratan şey, Trump’ın Cumhuriyetçilerin dış politik vizyonunu, ABD dış siyasetinde egemen hale getirirken, bu siyasetin Obama dönemindeki Demokrat Parti’nin siyasetine göre şekillenen kurum ve kadroların direnişi ile karşılaşmasıdır. Belirli bir süre, kendinden önceki dönemin kadro ve politikalarıyla iş yapan Trump, kamuoyunda da sanki Obama döneminin politikalarını devam ettirecek yanılsamasına neden olmuştur. Ama gittikçe kendinden önceki Başkan’ın politikasını değiştirmekte ve kendi politikasının ağırlığını da arttırmaktadır.
O zaman genelden özele doğru giderek, ABD’de Demokratlar ile Cumhuriyetler arasındaki dış politika farklılığını ortaya koymaya çalışalım ve bu temelde son dönemde ortaya çıkan politik gelişmeleri (ama özellikle de ABD’nin Suriye’den çekilişini) değerlendirmeye çalışalım.
Çok kısa bir zaman önce yazmış olduğum bir makalede, ABD’deki her iki partinin küresel ve bölgesel sorunlara yaklaşımını kısaca şöyle özetlemiştim:
“Rus ve Çin emperyalistlerinin zayıflatılması politikasının liderliğini ABD emperyalizmi yapmaktadır ve ABD’de bu noktada iki strateji mevcuttur. Bu stratejilerdeki farklılıklar, ABD’de egemen olan iki siyasi yapının (Demokratlar ve Cumhuriyetçiler) küresel sisteme bakış farklılığından kaynaklanmaktadır. Rusya ve Çin’in liderliğinde ortaya çıkan Doğu Emperyalist kampı, bu iki ülkenin Batı’ya karşı belirli bir stratejik işbirliği temelinde oluşmuştur. Bu stratejik işbirliği sorunsuz bir işbirliğinden ziyade, Batı’nın düşmanca yaklaşımlarından dolayı daha çok zorunlu bir işbirliğidir ve Rusya ile Çin’in iç politik yapılarında yaşanacak bir politik değişiklik ile ortadan kalkacak kadar hassas bir yapıya sahiptir. ABD emperyalizminin Doğu emperyalist kampını zayıflatmak ve güçten düşürmek için geliştirdiği stratejilerin temel problemi, Batı’nın ideolojik, politik, ekonomik, diplomatik ve askeri gücünü İLK olarak hangi devlet üzerine yoğunlaştırması gerektiğidir. Stratejik öncelik sorununun doğru çözümlenmesi ve bu noktada doğru bir kararın alınması, güçlerin ekonomik ve rasyonel kullanımı için zorunludur. Çünkü bu mücadele, bir yandan Rusya ve Çin’in iç politikasında Batı yanlısı bir “demokratik” hareketin geliştirilmesi, öte yandan da bu hareketi dışarıdan Batı’nın ideolojik, politik, diplomatik, ekonomik ve askeri olarak baskı kurarak desteklemesi üzerine oturmaktadır. Bu bir yanı ile Soğuk Savaş döneminde Batı’nın Sovyet Kampı’nı çözmek için geliştirmiş olduğu politikaya benzemektedir.İşte burada temel mesele, Batı bu politikasında önceliği Rusya’ya mı yoksa Çin’e mi vermelidir? Bu soruyu başka bir şekilde şöyle sormak mümkündür: Önce Çin’deki rejimin mi yoksa Rusya’daki rejimin mi çözülme ihtimali vardır? Bu stratejik soruna ABD’de Demokrat Parti ile Cumhuriyet Parti’nin vermiş olduğu cevaplar farklıdır. Hatta bu sorun giderek Transatlantik stratejik işbirliğini de sorunlu bir hale getirmektedir. SSCB’nin çözülmesinden sonra bu stratejik sorun, ABD’de bitmez tükenmez strateji tartışmalarının odağında bulunmaktadır. Demokratlar stratejik önceliğin Rusya’ya verilmesini ve eşzamanlı olarak Çin’in ise Rusya’dan tecrit edilmesini öngören bir stratejiyi savunmalarına karşın, Cumhuriyetçiler ise bunun tersini savunarak, stratejik önceliğin Çin’e verilmesini ve Rusya’nın eşzamanlı olarak Çin’den tecrit edilmesini savunmaktadırlar. Her iki emperyalist gücün ise aynı anda karşıya alınması, her iki stratejide de dışlanmıştır. Her iki stratejideki farklılık tek stratejik öncelik sorununda kaynaklanmamaktadır ama bu stratejik önceliğin gerçekleştirilmesi için ortaya konan taktiklerdeki farklılıklardan da kaynaklanmaktadır. Demokratlar ABD’nin AB ile NATO çerçevesinde az çok eşit müttefiklik ilişkileri çerçevesinde sıkı bir stratejik işbirliği geliştirerek ve Çin ile sıkı bir ekonomik ve diplomatik ilişkiler geliştirerek ama askeri olarak da onu gemleyerek, çabaları Rusya üzerine yoğunlaştırıp “Putin Rejimi”nin çözülmesini sağlamak istemektedirler. Rusya’nın içerisinde Batı yanlısı bir “işbirlikçi” hareket yaratıp ve bu hareketi de çok yönlü destekleyerek Rusya’nın emperyalist kapasitesi zayıflatılıp ve kontrol altında tutulmak istenmektedir. Batı’nın “Rusya Seferi” az çok tamamlandığı ölçüde ve Rusya Batı’ya sıkıca bağlandığı andan itibaren de Çin’in etrafı sarılmış olacaktır. Elbette Rusya’ya doğru kıskacın bu daraltılması, Ortadoğu’ya derinlikli girme ile birleştirilip, bu temelde İran ile Suriye rejimlerinin yıkılması ile birleştirilmek istenmektedir. Cumhuriyetçiler ise bu politikanın tersini önermektedirler. Öncelik Çin’e verilerek Rusya ile yumuşama politikası izlenmeli ve yine Ortadoğu’da İran ile Suriye rejimleri yıkılarak,bunun Çin’deki rejimin çözülüşü ile birleştirilmesi sağlanmalıdır. Cumhuriyetçiler “Çin’in Tayvanlaştırılması”in istemektedirler. ABD’nin nükleer koruması altında bulunan Tayvan,Çin’deki “bürokratik-emperyalist” rejim çözülürken, kendi ideolojisi ve siyasetini Çin’in derinliklerine yayma potansiyeline sahiptir. Çin’in Tayvan aracılığı ile Batı’nın hegemonyası altına girmesi ve bu temelde ABD-Çin stratejik ittifakının ortaya çıkması ile Rusya, Japonya’dan AB’ye kadar olan hat boyunca kıskaç altına alınmış olacak ve bu temelde boğulacaktır.” (Kemal Erdem, Küreselleşme ve Uluslararası Sistemin Yönü)
Trump’ın ABD’de Hillary Clinton karşısında Başkan seçilmesi sürpriz oldu. Çünkü herkes Hillary Clinton’un Başkan seçileceğini ve Obama döneminin politikalarını devam ettireceğini bekliyordu. Bundan dolayı seçimler sırasında Rusya ile gerginleşme politikası izleniyordu ve Çin ile daha yumuşak bir politika güdülüyordu ve de Ortadoğu’da da stratejik öncelik İran değil daha çok Suriye olarak belirlenmişti. Cumhuriyetçiler bu politikanın bir hata olduğunu düşünüyorlardı.
Aslında Rusya ve Çin sorunu bir kenara bırakılırsa, Suriye içsavaşına kadar, Obama ve Demokrat Parti’nin de önceliği İran’dı. Bu temelde “IŞİD Projesi” NATO ile koordineli bir şekilde hazırlandı ve 2009’dan itibaren devreye sokuldu. Bu plan İran rejiminin yıkılışında ABD’nin direk askeri güçlerini kullanmadan ziyade, “dolaylı güçleri” kullanmaya dayanan ve direk güçlerin de bunu desteklediği (İncirlik’deki Koalisyon Güçleri IŞİD’in hava kuvvetleri gibi kullanıldı) bir plandı.
Cumhuriyetçiler Obama ve Demokrat Parti’nin “IŞİD Planı”nın tutmayacağını iddia ediyorlardı ve de bundan da haksız değillerdi. Çünkü Obama’nın IŞİD planı çok fazla zorlamaya dayanıyordu ve aynı şekilde bir çok noktada da yetersizlikler sergiliyordu. Ama süreç tek IŞİD taktiğinin yetersizliğini değil ama “Obama Stratejisi”nin yanlışlığını ve bu stratejideki boşlukları da ortaya çıkardı ve de üstelik bu boşlukları giderecek önlemler de düşünülmemişti.
Obama stratejisinin temel problemi ideolojik körlüktü. Bu körlük ise küresel ve bölgesel ilişkileri anlamaya engel teşkil ediyordu. Obama dönemi , Bill Clinton döneminin bir devamıydı ve Clinton dönemindeki anlayışa göre, küreselleşme politik islam içerisinde ılımlı bir kanadın gelişmesine neden olacak ve bu kanat Batı ile stratejik işbirliği geliştirecekti. Özellikle de Müslüman Kardeşler bu ılımlı islamın gelişmesinde temel halka olarak düşünülmüştü. O zamanlar yani 90’lı yıllarda Cumhuriyetçilerin bir kısmı ama özellikle de Henry Kissinger bu görüşe şiddetle karşı çıktı. Bunun çok yüzeysel ve tarihsel deneyimlere ters düştüğünü ileri sürdü.
Hem Bill Clinton hem de Barack Obama döneminde, İran rejiminin yıkılmasında ve yerine Batı ile uyumlu bir rejimin getirilmesinden önce Türkiye sorununun, Türkiye’nin AB’ye üye edilerek ya da bu yönde önemli yol alınarak çözülmesi düşünülmüştü. Çünkü Türkiye Kürt sorunundan dolayı Ortadoğu’da statükonun devamından yanaydı ve İran, Irak ve Suriye rejimlerinin ama özellikle de İran rejiminin yıkılmasından yana değildi. Kürt sorunu ilginç bir şekilde, Türkiye’yi Ortadoğu’da diğer ülkeler ile birbirine bağlıyordu. Türkiye’nin İran rejiminden tecrit edilmesi, Ortadoğu’daki Batı politikasının temel sorunudur ve bu tecrit olmayana kadar, Batı’nın İran rejimini yıkması o kadar kolay değildir.
Bill Clinton ve Barack Obama döneminde, Türkiye’nin İran’dan tecrit edilmesi, Türkiye’nin AB’ye doğru itilmesi ile sağlanmaya çalışıldı. Ancak Erdoğan ve AKP’nin kendisini iyi saklaması ve bir aldatma politikası ile Batı’yı oyalaması ve alttan alta yeni bir faşist rejime yönelmesi, bunu yaparken de Batı’dan stratejik olarak kopması sayesinde Obama’nın bir çok politikası boşa gitti. Obama’nın stratejisinde Türkiye’nin AB üyeliği gerçekleşmediği ya da Türkiye Ortadoğu’da statükoyu korumaya devam ettiği anda, nasıl bir yol ve yöntem izleneceğinin önlemi yoktu. Tam da Obama döneminde, Erdoğan Batı’dan stratejik olarak koparak, daha bağımsız bir dış politikaya geçti ve de Türkiye’yi Stratejik Denge Konumu’na oturttu.
Türkiye’nin denge konumuna oturtulması bir yandan Türkiye’nin göreli olarak İran’a yanaşması öte yandan da göreli olarak Batı’dan uzaklaşması anlamına geliyordu ve bu uzaklaşmanın ilk test alanı Suriye oldu. Türkiye Batı’yı aldatarak, sanki Suriye içsavaşına Batı yanında katılıyormuş gibi bir görüntü çizerek, Suriye’de rejimi Batı ile birlikte yıkmaya çalışan bir strateji izledi. 2013 yılında ABD Suriye rejiminin zamansız yıkılmasına karşı çıkarak, Türkiye’nin bölgede aslında bağımsız hareket ettiğine kanaat getirdi.
Türkiye bu dönemde Obama yönetiminin politikalarından rahatsız olan Suudi Arabistan ve Katar ile yakınlaşarak ayrı bir politik eksen oluşumuna gitti. Suudi Arabistan ve Katar, Obama ile Demokrat Parti’nin Müslüman Kardeşler ideolojisi ve siyasetiyle stratejik bir ilişki kurarak,onları Ortadoğu ve Körfez’de iktidara getirmelerinden çekiniyorlardı. Böyle bir girişim her iki ülkedeki hanedanın sonu olacaktı. Üstelik Obama, Avrupa’lı ortaklarıyla IŞİD projesi çerçevesinde, El Kaide’yi IŞİD’a dönüştürerek, bu ülkelerin ellerindeki cihadçı teröristleri de çekip alıyordu. Bunun bir adım sonrasının bu rejimlerin yıkılışı olacağı açıktı. İşte Erdoğan Batı’dan stratejik olarak uzaklaşırken, yanında Obama’dan ve Demokrat Parti’den rahatsız olan Suudi ve Katar ortaklarını buldu ve bu üçü , Suriye içsavaşının başlarında bir işbirliği geliştirdiler.
Suriye içsavaşı ABD’nin İran politikasını sekteye uğrattı ve dikkatlerin önce Suriye’ye dönmesine neden oldu.Konjonktürün öne aldığı Suriye sorunu bir noktaya kadar çözüldükçe İran’a dönülecekti. Ama daha sonra ortaya çıktı ki, aslında işler sanıldığından da daha zordu. Çünkü Türkiye tek Suriye’de değil ama İran sorununda da bir “bozguncu” gibi hareket ediyordu. Erdoğan her fırsatta Obama’nın stratejisine çomak sokuyordu. Bu durumun nedeni Türkiye’nin bölgede kendisine bağımsız bir nüfuz alanı oluşturma arayışından kaynaklanıyordu ve bu arayış iç politikada yeni bir rejimin oluşturulmasıyla beraber gelişiyordu (Erdoğan’ın bunu gerçekleştirebilmesi ayrı bir sorundur).
İran’daki rejimin yıkılışı sırasında, Türkiye’nin tecriti zorunlu bir durum oluşturmaktadır. Batı bu tecriti gerçekleştirmeden İran’da başarı sağlayamayacağını iyi bilmektedir. Bundan dolayı, Türkiye ile PKK arasında bir barış sürecini desteklemiş ve bu sürecin ise Türkiye’nin AB’ye dönük reformları yapması için gerekli politik ortamı sağlayacağını düşünmüştür. Aynı durum 1990’lı yılların sonlarında Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla da sağlanmak istenmiştir.
AKP ise Batı’nın bu beklentisini içeride iktidarın iplerini ele geçirmek için taktik olarak kullanmıştır.Kürt sorununda reform yapmayı Ordu’nun bastırılmasına bağlamış ve Ordu bastırılmadan bu reformların yapılamayacağını ve de Türkiye’nin de AB üzerinden Batı’ya tam bağlanamayacağını ileri sürerek, Ordu’nun bastırılmasında Batı’nın desteğini istemiştir. Bu destek kısmi olarak Obama seçildiği zaman verilmiş ve AKP-Gülen Cemaati bu destek sayesinde komplolar aracılığıyla Ordu’nun üzerine giderek iktidarı tam ele geçirmiştir.
Aynı dönemde yani Obama döneminde Barış Süreci ile bir yandan Batı oyalanmış, içeride gerekli olan seçimler kazanılmış, ABD’nin İran ambargosu delinmiş, ABD’nin “Eğit-Donat Programı”nın içi bilerek boşaltılmış ve PKK ile kapsamlı savaş başlatılarak, Batı’nın bütün beklentileri boşa çıkartılmıştır. AKP ile birlikte Türkiye’nin AB’den uzaklaşarak Ortadoğu’da statükonun İran eksenli korunmasına dolaylı destek vermesi, Batı’nın İran politikasında en büyük sorunu haline gelmiştir.
Türkiye’nin önceliği İran’daki rejimin yıkılması değildir. Onun önceliği Suriye’deki rejimin önce yıkılması ve yıkılan rejimin yerine Türkiye ve müttefiklerinin işbirlikçisi bir rejimin kurulmasıdır. Suriye’de Sünni inancının yaygın olması, burada Türkiye ve ortaklarının daha kolay temel bulacağı ve burayı daha kolay yöneteceği anlayışına dayanmaktadır. Üstelik Suriye, Katar ve Suudi Arabistan ile Türkiye arasında, karasal bir bağlantı sağlayarak (elbette Suriye’den sonra sıra Ürdün’e gelecek ve o da bir engel olarak ortadan kaldırılmak istenecektir) ittifaklık ilişkilerini daha da sağlamlaştıracaktır.
Batı’nın İran rejiminin yıkılmasını, Türkiye’nin de Esad rejiminin yıkılmasını stratejik öncelik olarak belirlemeleri, giderek bir stratejik ayrışmaya yolaçmaya başlamış ve Batı üstelik kendi lehine olmayan bir rejim değişikliğini 2013’te bırakarak, Türkiye ve müttefiklerini Suriye’den tecrit etme politikasına geçmiştir. Bunun için de Kuzey Suriye’de yani Rojava bölgesinde bir Kürt Koridoru oluşturmak istemiştir. Bu koridorun kendi kontrolünde olması için de, 2014’ün Ekim ayında IŞİD’i Rojava devrimini boğmak için Kobane’ye saldırtmış ve bu saldırı, Türkiye,Katar ve Suudi Arabistan güdümlü diğer terör örgütlerinin saldırısı ile koordine edilmiştir. Rojava tam düşecek iken PKK, Dohuk’ta KDP üzerinden Batı ile anlaşmıştır. PKK Rojava’yı Batı ile anlaşarak elinde tutmuş ve zaman kazanma politikası izleyerek, Dohuk’ta verilen tavizlerin giderilmesi için taktik geliştirmeye çalışmıştır. Ancak bu politika giderek Batı’ya bağımlılığa dönüşmüştür (Bu noktayı ileride biraz daha açacam).
Batı’nın IŞİD aracılığı ile Rojava’yı 2014’ün Ekim ayında ele geçirmesi, onun YPG’ye çengel atması olup, onu yeni bir “eğit-donat programı”na dönüştürmesi anlamına gelmekteydi. Batı’nın Rojava üzerinden Suriye’ye bu girişi, Rusya’nın 2015’in Eylül ayında Suriye’ye Esad rejiminin yanında girmesine neden olmuştur (Suriye’ye emperyalist bir güç olarak önce giren Rusya değildir. IŞİD maskesi takan Batı’lı emperyalistlerdir).
Obama ve Demokrat Parti’nin bu dönemdeki politikası, Kürt Koridoru ile Türkiye’yi Suriye’den tecrit etmek,IŞİD aracılığı ile YPG’yi ele geçirmek ve onu Roj Peşmerge ile biraraya getirip onun içinde etkisizleştirmek ve yeni bir Suriye muhalafeti yaratarak, duruma göre ya Esad rejimini yıkmak ya da onu Şam ve etrafına sıkıştırmaktı. Sonra da Suriye’deki bu temele dayanarak, İran’daki rejimi yıkmaya çalışmaktı.
Obama’nın bu politikası Rusya’nın ve Türkiye’nin hamleleriyle bozuldu ve üstelik Türkiye bırakalım Suriye’den tecrit edilmeyi, Rusya sayesinde Suriye’ye müdahale imkanı buldu. Kürt Koridoru’nun oluşumunu iki şey engelledi: Türkiye ve ortaklarının “gözü karalığı”. 2015’in Ocak ayından itibaren cihatçı terör Avrupa’nın göbeğine taşındı ve Kasım 2015’te de gelmiş geçmiş en büyük terör eylemi Paris’te yaşandı. Batı Kürt Koridoru’nun tamamlanmasını bıraktı ve Türkiye taktik olarak Rusya’ya yanaşarak Suriye’nin Kuzey’ine müdahalede bulundu. Rusya Türkiye’nin ABD ve müttefiklerinden uzaklaştırılmasının, onun Suriye’de belirli ölçüde tatmin edilmesinden geçtiğini anlamıştı. Türkiye’nin Suriye’ye müdahale etmesi ile Türkiye ve ortaklarının ABD ve ortakları ile Suriye’de ortak hareket etmesi önlendi ve iki kampın güdümündeki cihatçılar arasındaki koordinasyon bir noktaya kadar koptu. Bu durum Şam rejiminin Kuzey’e doğru ilerlemesine neden oldu. Türkiye’nin Suriye’nin Kuzeyi’ne müdahalesi ile Astana sürecinde oluşturulan Güvenli Bölgeler’de Türkiye yanlısı cihatçılar ile Batı yanlısı cihatçıların birbirlerinden ayrılması öngörülmüştü. Batı yanlısı cihatçıların temizlenmesi karşılığında,Türkiye’nin Kuzey Suriye’ye müdahalesine izin verilmişti. Türkiye bu yükümlülüğünü yerine getirmedi ve bu ayrımın yapılacağı ve de Batı güdümündeki cihadçıların temizleneceği her fırsatta, Batı kimyasal saldırı komplosuna başvurdu ve üstelik Rusya’ya karşı farklı bölgelerde baskı politikası uyguladı.
Rusya’nın Türkiye’ye Suriye’de alan açarak, onu diğer kamptan ayırma taktiği, işte bugün Trump-Kissinger ikilisi tarafından farklı bir şekilde uygulanmaktadır.
Türkiye’ye Suriye’de alan açarak ve onu bir noktaya kadar tatmin ederek,onu diğer kamptan tecrit etme taktiğinin önünü açan Rusya oldu. Rusya bu taktiği ile Batı’nın Kuzey Suriye’de PYD-YGP ile ilerlemesinin önünü Türkiye ile kesti. Böylece rejimin Güney Suriye’de bütün güçlerini ilerleyen IŞİD üzerine yoğunlaştırmasını sağlayarak,burada da IŞİD’in ilerleyişini durdurdu. Bu taktik olmamış olsaydı rejim çift yönlü gelişen ve Şam üzerinde birleşecek olan kıskacı kıramazdı.
Batı’nın kurmak istediği Kürt Koridoru çok yanlı bir amaca sahipti. Bir yandan Türkiye ve ortaklarını Suriye’den tecrit etmeyi öngörürken öte yandan da Halep ve İdlip tarafındaki cihatçıları bu koridor üzerinden beslemeyi ve desteklemeyi öngörüyordu. Eğer bu gerçekleşmiş olsaydı, bugün İdlip ve etrafında sıkışmış olan Batı’nın güdümündeki birçok cihatçının akibetinin aynısını, Türkiye’nin güdümündeki cihatçılar yaşayacaktı. Bu cihatçıların içerisinde Batı’nın bir çok istihbarat subayı da bulunmaktadır.
Obama’nın stratejisi kendi başkanlık döneminin sonlarına doğru paramparça oldu ve bu stratejinin en büyük eksikliği, Türkiye AB üzerinden “bağlanmadığı” zaman, ona karşı nasıl bir taktik geliştirileceğinin bilinmemesiydi.Batı tarafından bağlanamayan Türkiye,Batı’nın İran ve Ortadoğu politikasını altüst etti: Suriye’ye müdahale ile Kürt Koridoru’nun engelledi,İran ambargosunu deldi ve Avrupa’nın göbeğinde terör eylemleri.
Batı’nın Kürt Koridoru’nun amaçlarından bir tanesi de, burada elde edilecek özerkliğe dayanarak kendi güdümünde güçlü bir ordu kurarak,zamanı geldiğinde bu orduya ve PKK’nin gerilla birliklerine dayanarak İran’a karşı güçlü bir cephe açmaktı. Rojava’nın elde kalması, PKK’nin zamanı geldiğinde İran ile savaşmasına bağlanmıştı. Ama Rusya-İran ikilisi, Türkiye’ye Suriye’de alan açarak bu İran cephesinin açılışını hep geciktirdi. PKK Rojava’nın elde kalmasının İran ile savaşa bağlanmasını kabul etmişti. Kandil’e göre zaten Abdullah Öcalan da aynı fikirde idi. Bunun böyle olmadığını ve Öcalan’ın farklı düşündüğünü ayrıntılı bir şekilde, İmralı Notları ve Barış Süreci adlı makalede ele aldım ve ispatladım(daha fazla bilgi için buraya bakılmalı).
Her iki kamptan (Batı ve Doğu) birinin, denge siyaseti izleyen Türkiye’ye taviz vererek onu diğer kamptan tecrit etme taktiğinin başka bir uygulama biçimi yine vardır. O da bir tavizi, karşıda bulunan iki kampı savaştırmak için kullanmak ve böylece her iki kampı da aynı anda zayıflatmak ve oyalamak. Zaten Rusya’nın taktiğinin özü de bu idi. Türkiye’ye taviz vererek,onu ABD ve müttefiklerinin üzerine önce salmak ve oyalamak ve de bu arada da rejimin belini düzeltmesini sağlamaktı.
İşte Trump-Kissinger ikilisi, Rusya’nın sürekli olarak pazarlığı en üst seviyeden açan bu taktiğinin bir benzerini, daha geniş ölçekli ve devletler düzeyinde bir çatışmanın ve savaşın fitilini çekmek için devreye soktu. ABD’nin Rojava’dan çekilişini, Türkiye ile Suriye arasında bir savaşı körüklemek ve bu temelde Türkiye ile Rusya-İran ilişkilerini bozmak için kullanmak istemektedir. Çekilirken ortaya çıkacak boşluğun doldurulması için mücadelenin bir savaşa dönüşmesi beklentisi vardır ve bu savaş İran bağlamlı olan bir çok sorunun çözülmesini kolaylaştıracaktır. Örneğin:
- 1- Rojava üzerinden Türkiye ile Suriye rejiminin bir savaşa tutuşturulması hedeflenmektedir ve böyle bir savaş, İran rejimi üzerinde çabalar yoğunlaştırılırken , Türkiye’nin bu savaş ile oyalanmasını sağlayacaktır. Türkiye’nin Suriye rejimi ile böyle bir savaşı, onun İran ile savaşacak olan PKK üzerine fazla gidememesine neden olacaktır.Türkiye Suriye rejimi ile savaşırken PKK üzerine gitse dahi bu çok sınırlı bir savaş olacaktır. Şimdi Trump-Kissinger ikilisi, eskiden ABD stratejisinde yeralan İran sorununda Türkiye’nin AB çapasına sarılarak bağlanması politikasının yerine, İran sorununda Türkiye’nin Suriye ile bir savaşla oyalanması politikasına koymuştur.
- 2- Türkiye’nin Suriye devletiyle olası bir savaşla oyalanması, PKK’nin azami derecede İran’a karşı güç kaydırmasının önünü açmış olacaktır.
- 3- Türkiye’nin Suriye’de ağırlığını arttırması ve hatta rejimi tehdit etmesi durumunda İran Suriye’de de asker bulundurmak zorunda kalacak ve güçleri dağınık tutulmuş olacaktır.
- 4- En önemlisi de ABD ile müttefikleri İran ile uğraşırken, Suriye üzerinde diğer güçlerin savaş ile de zayıflatılacak olmasıdır.Yani İran savaşı ABD ve müttefiklerini zayıflatırken, diğerleri de başka bir savaş ile meşgul olarak aynı anda zayıflamış olacaktır.
ABD Türkiye’yi IŞİD’le mücadele görünümü altında Suriye’ye davet ederken, IŞİD aracılığı ile Suriye’de işgal etmiş olduğu bölgelerin (ki Suriye’nin orta ve güney bölgelerine kadar uzanır) Türkiye’ye devredilmesi ve bu temelde Suriye içlerinde ilerlemesinin önünü açarak Rusya-İran-Suriye rejimi ile çatışmasını sağlamaya çalışmaktadır.ABD planında Türkiye’nin, Suriye,PYD ve IŞİD üçlüsü ile savaşa sürüklenerek,İran ile savaş durumunda PKK’nin İran üzerine azami güç kaydırması söz konusudur.Böyle bir savaşta PKK Türkiye ile daha az bir güçle mücadele edecek ve asıl güçlerini PJAK üzerinden İran cephesine yoğunlaştıracaktır.
ABD stratejisinde YPG ve PYD, Türkiye ile Suriye arasında bir savaşın körüklenmesi için provokatör olarak düşünülmüştür. ABD bilerek PYD-YPG’yi çekilme durumunda güvenlikleri için Suriye devletine doğru iterek ve Suriye devletinden koruma talep etmelerini sağlayarak, aslında dolaylı olarak Türkiye ve Suriye’yi karşı karşıya getirme politikası gütmektedir. Bundan birkaç hafta önce ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, “Astana’nın fişinin çekilmesinin vakti geldi” diyerek aslında ABD’nin Rojava’dan çekilmesinin ne anlama geldiğini özetlemiştir. Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da ABD’nin bu savaş beklentisine şimdilik set çekmiş görünerek “Esad’ın seçimlerde kazanması durumunda ilişki geliştirebilecekleri” açıklamasını yapmıştır. Ama bu açıklamanın Mümbiç’e rejim ile savaşmadan girmek için bir diplomatik taktik mi yani bir aldatma mı yoksa Rusya ve İran’a verilen bir güvence mi olduğunu Allah bilir!
ABD’nin askerlerini Irak’a çekmesi ve böylece hem İran’a hem de çekildiği yerlere yakın konumlanması da onun bir oyun peşinde olduğunun açık bir göstergesidir. Kaldı ki bu çekilme olurken, Irak’ta yeni askeri üslerin inşasına da hız vermiş durumdadır. Buradan da anlaşılacağına göre ABD Güney Kürdistan’da varlığını arttırarak, burada bir zamanlarki Çekiç Güç gibi güçlü bir “askeri şemsiye” oluşturma peşindedir. Bu şemsiye İran’a karşı açık ve gizli operasyonların bir tür kalkanı olacaktır. Bu kalkanın en önemli özelliklerinden bir tanesi de, PKK’nin ABD’nin kontrolü altına alınma sürecini tamamlayacak olmasıdır.
ABD Rojava’dan çekilirken, Rojava’daki YPG unsurlarının önemli bir kısmının da buralardan çekilmesine neden olacaktır. Buharlaşacak olan bu YPG’liler büyük oranda PJAK’laşacaklar ve Güney Kürdistan üzerinden (yani Güney Kürdistan’daki ABD üsleri üzerinden) İran’a kanalize edilecektir. Zaten IŞİD ile savaş görünümü altında bu güçler İran’a karşı eğitiliyorlardı. IŞİD bir aldatma aracı olarak kullanılıyordu.
ABD İran rejiminin yıkılmasını hızlandırırken, PKK ile İran arasındaki ateşkesi de bozmak için bastıracak ve PKK’nin Kandil liderliği direndiği ölçüde de tasfiye edilmeye çalışılacaktır. Zaten ABD bu niyetini yani Kandil’in zamanı geldiğinde İran ile savaşı reddetmesinin sonuçlarının ne olacağını, çok kısa bir zaman önce PKK’nin çok önemli üç önder kadrosunun başına koyduğu ödül ile ortaya koydu. Bu ödül ile ABD PKK’nin ideolojik (Duran Kalkan), politik (Cemil Bayık) ve askeri (Murat Karayılan) liderliğini hedeflediğini ve PKK’nin İran ile savaşmayı reddetmesi durumunda “PKK’nin başını koparacağı”nı açıkça deklare etti.
ABD bir yandan İran’ı tecrit ederken, öte yandan da PKK’nin etrafındaki çemberi daraltmaktadır.2017’nin sonlarında ABD’nin Güney Kürdistan referandumunda Barzani’yi yalnız bırakmasının nedenlerinden bir tanesi de, 2014 yılında IŞİD aracılığıyla Kürt’lere bırakılan yerleri tekrar Sünnilere devrederek yani Irak Merkezi Devleti’nin sınırlarını genişleterek hem Irak’ta Sünnileri İran etkisinden uzaklaştırmak hem de Irak Merkezi Devleti’ni PKK’ye doğru daha fazla yanaştırmaktı. Kandil’in direnmesi durumunda, ABD çok rahat bir şekilde, Türkiye, Irak, KDP ve YNK’nin bir bölümü ile ortak hareket ederek Kandil’e büyük bir darbe vurabilir.Rojava’nın da ortadan kalkması ya da PKK nüfuzunun burada yokedilmesi ile Kandil’in hiçbir direnme olanağı da kalmamış olacaktır.
Obama döneminde IŞİD aracılığıyla PYD-YPG, PKK’den koparılmaya çalışılıyordu. Şimdi Trump döneminde ABD PKK’nin kendisini de istiyor. Eskiden kol gidiyordu, şimdi ise vücud elden gitmektedir!
Bu makaleyi bir soru sorarak ve cevaplayarak bitirmeye çalışalım: ABD’nin Türkiye ile Suriye devletini savaştırma taktiği tutar mı?
Bu soruyu cevaplamadan önce, bu soruna yaklaşımın tarihsel etkileri üzerine bir şeyler söylemek gerekir. Erdoğan ve AKP açısından bu tarihsel dönemeç çok önemlidir. Doğru hareket ettikleri ölçüde, içerideki rejimin ömrünü uzatmış olacaklar ve yanlış hareket ettikleri ölçüde de kısaltmış olacaklardır.
Erdoğan son onaltı yıllık dönemde büyük bir tecrübe elde etmiş ve bir çok lideri (George W.Bush,B. Obama, Putin gibi) bu zaman zarfında parmağına takıp oynatmıştır.Üstelik Trump ile karşılaştırıldığı zaman Erdoğan daha avantajlı bir durumdadır. Trump’ın ABD’de geçmekte olduğu bu dönemi, o yara alsa da atlatmıştır: Gülen Cemaati’ni ekarte etmiş, PKK’ye büyük bir darbe vurmuş ve içerideki bütün kritik seçimleri kazanarak ve muhalefeti etkisizleştirerek yeni rejimini ilerletmiştir.Seçim kaybetse dahi iktidarda olacaktır yani bir zaman sıkıntısı kalmamıştır.
Aynı şeyi Trump için söyleyemeyiz. Trump gelecek seçimleri kazanmak için İran’a güçlü bir darbe vurmak zorundadır ve zaman her geçen gün daralmaktadır. Bu zaman sıkıntısı onu daha riskli politikalara doğru itebilir ve büyük yanlışlar yaptırabilir.
Erdoğan Suriye rejimi ile savaşmadan Rojava’da etkili olmak istemektedir, Rusya ve İran ile koordinasyon halinde bunu yapabilir.Erdoğan fazla “obur” davranmayarak ve Suriye’de hırslarına gem vurarak daha kontrollü hareket ederek, İran ile PKK’ye karşı ortak operasyon opsiyonunu açık bırakarak daha dengeli bir politik hat tutturabilir. G.W.Bush ve B. Obama’yı nasıl eli boş yolladıysa Trump’ı da yollayabilir. ABD’deki gelecek Başkanlık seçimlerinde Demokratların kazanmasıyla da Erdoğan derin bir nefes alır ama bu sefer de ABD siyaseti kısa bir karşılıklığa sürüklenir.
Yok eğer Erdoğan Trump’ın oyununa gelir, Suriye-PYD ittifakıyla bir savaşa sürüklenirse yani Suriye’de “obur” davranırsa, Ortadoğu herşeye gebe olur ve olayların nerede duracağını kimse kestiremez. Aynı anda İran ve Türkiye’nin de Irak ile Suriye’nin durumuna düşmesi neredeyse kaçınılmaz hale gelir ve böyle bir bölgenin nasıl toparlanacağının cevabı ise şimdilik kimsede yoktur!
|